Abim Soro’nun anısına...
HAZIRANDA ÖLMEK...
uzak uzakta beşinci bir mevsim
buğulu bir aynada haziranın son günleri, sisli
daha önce hiç bilmezdim kardaş
haziranda ölürmüş insanlar
bir de haziranda ölmenin zor olduğunu
hele de haziran sıcağı ise zaman
bir başka imiş diyarbakır matemi
surlar çığlıklarını diniyor
suzê qırklar dağına küsmüş
ongözlü köprüde sular donmuş
sonra gûlbaranda güller sessiz
uzakta gevran ovası bir yangın yeri kareş
ahh, bir bilsen sürgünde yaşamı
bir bilsen özlemi
bir bilsen yalnızlığı
bir bilsen çaresizliği ne zordur olduğunu
haziranı böyle sıcak bırakıp gitmezdin kardaş
ölümek zor haziranda
ölüm soğuk kardaş
Güneş bir top ateş parçası gibi uzakta kendi sıcağında kayınıyor, yüreğimin acısı gibi. Yokluğun, göğüs kafesimde yaralı bir serçe gibi çırpınıp duran kalbimin feryadına dönüştüğünde, hastane merdivenlerinden kendimi dışarı attım, her yer, her şey, her ses sadece aynı uğultundan iberetti. Fiskayadan hastaneye uzanan boşluğa firari, çaresizlikten çırpınan çığlıklarımı bir bir astım, belki serinler, sakinleşir diye. Ama nafile, Dijle haziranın rengine boyanmıştı. O zamana kadar bilmezdim ki kardaş, meğer sullarda yanarmış...
Senden sonra haziranı tanıdım, haziran ayını gördüm ve anladım ki mevsim haziran ise ölmek zormuş kardaş...
O günden beri , bütün mevsimler aynı, bütün zamanlar hazırana çalıyor kardaş, sıcak. Tam dört koca yıl geçti, dört koca asır gibi, uzun. Senden sonra yaşam hep bir 27 haziran sıcağından ibarettir kardaş, yakıcı, kavurucu.
Sonra, uğultuya dönüşen bütün zamanları geceye sürüyorum. Sensizlik büyüyor, içerden. Geceyi çaresizliğimin çığlıklarına gömüyorum ve mutfak penceresinde gece karanlığının içinde seni arayan gözlerimi kapatıyorum. Kulaklarımda, son söylediğin özgürlük şarkısının melodisi çınlıyor.
Sesini dinliyorum... Yaşamını adadığın Diyarbakır'ın özgürlük şarkısını mırıldanıyorsun.
Az sonra, sabah olacak vaktin hemen öncesindeyim, gece kuşluk vaktine vurmasın istiyorum kardaş. Ruhum, usulca pencereden gece karanlığına karışıyor. Sesinin peşine takılıyorum. Zamanı yeni baştan yaşıyorum. Her şey ve zaman mırıldandığın sesinin regine dönüşüyor. Önce çocukluğumuza, oradan gençliğe evrildiğimiz döneme koşuyorum. En güzel, en asi zamınımızı biraz daha birlikte yaşamak, uzatmak, biraz daha orada kalak istiyorum.
Olmuyor, insan vücudunun herhangi bir parçasının ihanet ettiği zaman olan ölüm gelip duşlerimin orta yerine bir bıçak atıyor.
Kısa bir süre sonra babamız, yarım yamalak anladığı türkçesi ile radiodaki adını annemize tercume ettiği zaman giriyor araya. Polis karakolları, Devegeçidi'ndeki Kurtoğlu işkencehanesi, bir nolu askeri cevazevinin kör hücreleri ve nihayettinde 5 nolu Diyarbakır zindanı... bir süreliğine de olsa beni düşlerimden uzaklaştırıyor, tiksiniyorum...
Yokluğuna alışamadım, hangi yana baksam, neye dokunsam, ne yapmak istersem hep eksik kalıyor kardaş. Çünkü yaşamsal konularda birbirimiz adına kararlar verecek kadar sıkı hevaldık ve senin bilmediğin bir gerçekliğim vardı, derin boşluk hissettiğim, yerini bir türlü dolduramadığım; "şımarıklık zamanlarım" yok artık. Çünkü sırtımı verip "şımarabileceğim" hiç kimsem yok kardaş.
Roza büyüdü, aynı sen bakıyor, derin ve içten. Sıkı iki arkadaş oluyoruz. Sen, ikimizin eksik olan ortak yanısın ama garip olan ne biliyor musun? Ne ben ne de Roza o bugüne kadar seni hiç konuşmadık. İkimizde tuhaf bir "saklambaç" oynuyoruz. Yalnızca bir gün dedi "apo tu karî ji minra sûret kî bavêmin mezin bikî!" hiç duymadım, oralı olmadım, çünkü o kadar büyük bir yüreğe sahip olmadığımı biliyorum. O da bir daha sormadı, sanırım o da anladı beni, tıpkı senin anladığın gibi...
Eskiden yaşamıma hevaldın, şimdi gecelerimin yoldaşı... o gündür bugündür her gece Şeroyê Biro "Hekimo" parçasına söylüyor derin bakışlarının eşliğinde... haziran hala sıcak, yokluğuna alışamadım kardaş...
Yorumlar
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için